Ali Özdoğan

oysa ah tanrım/ isteklerim/ avuçlarıma sığmayacak kadar/ çoktu benim... M. Ali ÖZDOĞAN

9 Aralık 2007 Pazar

VAYA CON DİOS - Jonny

zaman: 11:29

 

Sonraki Kayıt Önceki Kayıt Ana Sayfa

Uzaklara Bakmaya Gücün Yetiyor mu?

Uzaklara Bakmaya Gücün Yetiyor mu?
free counter
Free Hit <foo

Limanlar gemiler için güvenlidir; ancak gemiler limanlar için yapılmamıştır.

anodolunun yüzü farid farjad keman

DİDO NANA - Kazım KOYUNCU

TSİRA KAZIM KOYUNCU

JENNY FROM THE BLACK

M. Ali ÖZDOĞAN

M. Ali ÖZDOĞAN
ANTALYA, Türkiye
"ve ben yeniden/ şair olmaya/ karar verdiğimde/ mezar taşlarına/ bir kayıp ilanı gibi/ yazıldı ismim/.." diyen M. Ali ÖZDOĞAN 1981 Antalya doğumlu. İlk ve orta öğrenimini Antalya'da tamamladı. En son DEÜ Sosyal Bilimler Enstitüsünde Felsefe ve Din Bilimlerinde Yük. Lis. yaptı. 2000-2003 yıllları arası Ali Bayramla İzmirde Yayın hayatına devam eden İfade Dergisini çıkardı. 2005-2006 yıllarında ise Işıldak Dergisi'ni, 2007 yılında Sandal Dergisi'ni çıkardı ve çıkarmaya devam ediyor. Şiir ve yazılarını Derkenar, Okuntu, ifade dergilerinde yayımladı. Çeşitli gazetelere ve internet sitelerine haftalık, günlük yazılar yazdı. Özdoğan halen Aksekinin Sesi Gazetesinde ve Havadis Gazetesinde yazıyor.
Profilimin tamamını görüntüle

Çiçek ve göl

Çiçek ve göl
çiçekler olmadan göl anlamsız kalıyor tek başına

Blog Arşivi

İREM

İREM
irem nergiz

UZUN MENZİLLİ KISA ŞİİR

/Çocuklar/ hep çocuk/ kalmak isterlerdi/ anneleri ölümsüz olsaydı...

BAĞLANTILAR

  • aksekininsesi
  • ali osmanın mekanı
  • darvakit edebiyat
  • Fotoğraf Odam
  • http://BAĞLANTILARI YENİ PENCEREDE AÇMANIZ TAVSİYE EDİLİR.
  • http://www.40ikindi.com
  • http://www.cemaat.com
  • http://www.dergibi.com/dergiler/ayrinti.asp?id=221
  • http://www.haber7.com
  • http://www.izedebiyat.com/
  • http://www.meb.gov.tr
  • http://wwww.haberler.com
  • Kültür Sanat Edebiyat

KULA

KULA
M. Ali ÖZDOĞAN'ın objektifinden

murtiçi

murtiçi

Balkon Kızları

Haykırışın kıyısında/ haykırışın kıyısında / balkon çiçeği ev kızları/ örer durur saçlarını ikindinin/ sarımtırak gülüşlerinde/ düşlerinin prensini aldatır/ bir başka düşünde düşünmeden/ hep yelkovan kaçarken akrepten/ ayağı takılır da düşer/ saksıda kuruyan evin hanımına/ /../ en yakın istanbul’da / inecekler hepsi / ne zaman biterse bu şiir -arkası yarın- M. Ali ÖZDOĞAN

inciraltı

inciraltı
günbatarken

ÇİÇEK

ÇİÇEK
M. Ali Özdoğan'ın objektifinden

Kuşlar da olmasa: gökyüzü bu kadar güzel olur muydu?

Kuşlar da olmasa: gökyüzü bu kadar güzel olur muydu?
Ah ah bu kuşlar, bu gidişle //Uça uça gök bırakmayacak// Öteki kuşlara

KUŞ...

KUŞ...
ah ah var ya bu kuşa/ konacak yer bırakmadık/ şu dünyada

GÜN BATARKEN

GÜN BATARKEN
bir güneş olsam papatyaları bırakır da gider miyim?

GÜN BATMADAN

GÜN BATMADAN
Antalya

KOMPLO TEORİLERİ BİZİ NEREYE GÖTÜRÜR?

Tarihsel ya da güncel bir olaya, alternatif bir açıklama getiren teorilere komplo teorisi adı verilmektedir. Sıklıkla iddia edilen şey, bu tür olayların bazı kişiler ya da gizli güçler tarafından bilinçli olarak manipüle edildiğidir. Dünya hakkında kesin bilgilere sahip olmayışımızdan dolayı, bir olayın varsayılan açıklamasının mı yoksa göreceli komplo teorisinin mi daha doğru olduğuna kesin bir karar vermek zordur.
“Payı paydasından küçük olan kesirlere basit kesir” denir formatındaki bu sıkıcı tanım cümlelerini bir kenara itmek gerekiyor. Yoksa bu takım elbiseli cümleler komplo teorisyenlerinin ekmeğine yağ sürecektir. Komplo teorilerinin bilimsel bir uğraş olarak algılanmasına sebep olmak istemem
Türkiye komplo teorilerinden geçilmeyen bir ülke. Herkes herkese komplo kurabilir. Haklı ya da haksız olun gün gelir eğer bir ofsayda düşerseniz bana komplo kuruldu diyerek işin içinden biraz da olsa sıyrılabilirsiniz. Suçunuzu bu sayede hafifletebilirsiniz.
Komplo teorilerinin havada uçuştuğu bir ülkede kişi başına düşen komplo teorisinin bir hayli fazla olduğunu söyleyebilirim. Ortada dolaşan söylentilere bir de gizlilik süsü verildi mi o komplo teorisinin reytingi biraz daha artıyor. Sanki bir sözü bir olayı ilk siz duymuşsunuz ve çok sevdiğiniz değer verdiğiniz muhatabınızla yine çok kıymetli gizli bilgileri teorileri paylaşıyorsunuz. Ne güzel.
Komplo teorilerinden uzak kalmış bir alan var mı? Siyaset, spor, sanat, savaş, sağlık… Aklınıza hangi alan gelirse gelsin. Var mı? Hemen hemen her konuda fikir sahibi insanların çok olduğu bir ülkede yoktur tabi.
Deprem olsun, terörizm olsun hangi konuda olursa olsun uzman çoktur çevremizde. Özellikle ekranlarda boy gösteren komplo teorisyenleri ben sizin bilmediklerinizi bilirim havasıyla elindeki radyo antenine benzer bir çubukla halkın zihninin/anlam haritasının sınırlarını çizer önce. İşte komplo teorisyenleri –kendilerince- çizdikleri bu sınırın ötesine geçerek bize “kendi gerçeklerini” gösterir bizlere. Onlar her şeyi söylemekte özgür hissederler kendilerini. Hissederler ama; gerçeğe ulaşmaktan da korkarlar, çekinirler. Komplo teorisyenleri hep vur kaç taktiğini uygular. Durdukları noktada uzun süre kalmaları onlar için risklidir. Komplo teorisyenleri kendi teorilerinin iddia ettiği gibi olmadığı ortaya çıkınca gerçeğe ulaşmak için şüpheci olmanın kutsallığından dem vurur ve hemen yan çizer. Bu bağlamda komplo teorisyenleri yüzsüzlük yapmaktan da utanmazlar.
Dünyada ve ülkemizde yaşanan gelişmelere alternatif pencereler açmak adına ilginç deliller ve varsayımlardan hareketle bir deli kuyuya taş atar ve kırk akıllı da o taşı kuyudan çıkarmak için kuyuya atlarsa hiç şaşırmam. Şaşırmam çünkü komplo teorileri başka komplo teorilerine kapı aralar çoğu zaman.
Kendisinin komplo teorileri konusunda deli mi akıllı mı olduğuna hala karar verememiş birisi olarak Isparta’da düşen uçağın düşüş sebebi hakkında aklıma gelen bütün sebepleri sayabilirdim. Sonra da o şıklardan biri mecburen tutunca ben demiştim diye kasılabilirdim. Ama bunlara gerek görmüyorum. Siz bu yazıyı okuduğunuzda uçağın düşüş sebebi muhtemelen ortaya çıkmış olacak. Sebep ne olursa olsun gidenler geri gelmeyecek. Ama bu ülkenin geleceği için çalışan bilim adamlarının bırakmak zorunda kaldığı yerden birileri devam etmeli.
Uçak kazasında hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet bu kişilerin yakınlarına baş sağlığı diliyorum.
Ali ÖZDOĞAN 03. Aralık 2007

Volin Virtuoso Farid Farjad: ANADOLUNUN YÜZÜ

İSTANBUL- EYÜP

İSTANBUL- EYÜP
12.10.2007

İSTANBUL

İSTANBUL
Pierre Loti'den Haliç

POSTMODERNİZMLE TÜKENEN TÜRKİYE

İnsanlık büyük bir belirsizlikler dönemi içerisindedir. Bu dönemin dili ve söylemi bütünüyle sorunlu tanımlardan oluşmakta; bütün tanımlar bir şekilde istismar edilmekte; sınırları ve içerikleri belli olmayan tanımlarla insanlığa vaziyet edilmeye çalışılmaktadır. (Atasoy Müftüoğlu, “Bilgeliğe Dayalı Bir Dil Gerekiyor”, OKUNTU Dergisi, S.4 (Ocak-Şubat 2002)
Postmodernizm, kültürel ahlaki dinamiklerimizin evrensel trendlere açılımını sağlamak için “kendinden kopuşu” zaruretler dairesinin merkezine yerleştirdi. Bu görevin bir parçası olarak o; edebiyatımızın, sanatımızın vesaire bütün toplumsal anlam haritalarımızın kendi içinde mevcut olan bir tanımlanabilirliğini yok etti. Batı kültürünün estetik düşünsel hiyerarşinin sınırlarını zorlayan batılı olmayan kültürleri batılı liberal sekülerleşmenin ve nihilistik tüketimin ateşine atmanın yollarını arayan totaliter tutumu kendini, doğu kültürünün (özelde Türrkiye’nin) otantikliğini restore etmeye kalktı. Bir bakıma öteki ile ilgili batılı arzular “eski imgelerin yeni bir oyunu” şeklinde yeniden sahnelendi. Geleneği dışlayan yerelliği horlayan kendini merkeze alan bir bakış açısı “yönleri tekelinde” bulundurmaya devam etti.
Postmodernizm birçok şeyle yan yana anılıyor/anılabiliyor. Bu durumda “kaybeden kim oluyor?” sorusunun karşımıza çıkardığı paradoks; bu birlikteliği en iyi ifade eden kavram olmasının yanında “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın”ın kuşbakışı görünümü. Varoluşunu moderniteye direnmekte bulan dünün insanı, bugün varoluşunu postmodernitenin gereklerini yerine getirmekte bulmuştur. Bu yüzden kültürün ve toplumun tahrifi boyutunda -21. yüzyıl Türkiye insanı- kültür aktarıcılığını medya gibi görsel unsurların hâkim olduğu araçlara kaptırmıştır. Kültür aktarımı zamansal olmaktan çok mekânsal bir aktarım haline gelmiştir. Artık tarihe ya da yarına yapılan atıflar tarihin tüketimi bağlamında tarihin tahrifine dönüş(türül)müştür.
Avrupa’da ortaya çıkan karikatür olaylarının ifade özgürlüğü şeklinde sunulmak istenmesi göstermektedir ki bugün toplumların ve devletlerin siyasi yapılarını, hayatlarını etkileyen/ değiştiren/ yeniden oluşturan birçok kavram tanım(lanma) sorunu yaşamaktadır. Çünkü her şey Baudrillard’ın da deyişiyle “enformasyon ve iletişimin acımasız ışığına maruz kalmıştır”. Terörizm, savaş, barış vb. kavramlar enformasyonun acımasız ışığından payına düşeni almış, bir tanım sorunuyla karşı karşıya kalmış ve bu durum gücü elinde bulunduranın “diğerlerine” üstü kapalı meydan okuması şeklinde zuhur etmiştir. Türk Toplumu da bu belirsizlikten payına düşeni aldı. Moderniteyle yeterince yüzleşememiş Türkiye toplumunda modernleştirme adına post modern biçimsel denemelere girişilmiş, bu bir nevi modernizmin “kendi bindiği dalı kesmesi” sonucunu doğurmuştur.
Yine Türkiye’deki sivil anayasa tartışmalarının sınırları bir anda genişlemiş ve Malezya’ya kadar uzanmıştır. Kendi rotasını sürekli dış dünyanın argümanlarıyla belirlemeye çalışmış bir Türkiye’de –en son Malezya örneğinde görüldüğü gibi- tartışmanın nereye varacağı bellidir. Dolayısıyla tartışmanın tarafları daha tartışma başlar başlamaz sonuçları varmak istedikleri noktalarda gidip beklemişlerdir.
Postmodernizmle ötesi olmayan üç günlük dünya felsefesine sahip insanlar yetişti. Bu insanlar sorumluluklar ancak ahlaklı bir evrende anlamlı olurlar gerçeğinin farkında değillerdi. Postmodernizm ahlakiliğin mutlak temellerini yıktıktan sonra geride sorumlulukların yerine getirilmesi için hiçbir neden bırakmamıştır. Postmodern dünya hiçbir sorumluluğun olmadığı dünyadır. Bu dünya Richard Roty ifadesiyle “kutsaldan arındırılmış” bir dünyadır. Postmodern projenin gerçekleşmesi için böyle bir dünyaya /toplumun ve ahlakın tahrif edildiği bir dünyaya ihtiyaç vardır.Sorumlulukların olmadığı bir dünyada çözmemiz için önümüze getirilen bütün denklemler kaç bilinmeyenli olursa olsunlar sonuç belli aslında: trajik sonlarla bina edilmiş bir gelecek, bizim yazmadığımız ama bizim yaşamak zorunda olduğumuz bir gelecek. Bu gelecekte de –bugünkü- asimilasyon süreci bitmiş alinasyon (yabancılaşma) süreci başlamış olacaktır. Ki her şey bitmiş değildir: kendi tarihimizin yapıcı dinamikleri kültürümüzü ve coğrafyamızı yeniden okuyarak/ anlamlandırarak (bizim tarihi sürgünden; zengin Arap şeyhlerinin de tatilden dönmesiyle) bir başlangıç noktası oluşturabiliriz. Nuri Pakdil’in “direniş varoluşumuzun deneyidir: çağ deniyor bizi yabancılaşmaya karşı” sesine kulak vermeyi de ihmal etmeden
NOT: Türkiye zaman zaman karmaşık, bulanık ve sarsıntılı dönemler yaşamıştır. Ancak her zaman ülkemizdeki bu bulanıklıktan, karmaşıklıktan birileri faydalanmaya çalışmıştır. Kendi adıma söylemek gerekirse gelişmeleri takip etmekten sıkılmış durumdayım. Çünkü ülkemizdeki bu bulanıklığın, karmaşıklığın, üstü kapalı meydan okumaların Türkiye’mizi tükettiğini görmek insanın içini acıtıyor. Artık yeter. Burnunun dibini göremeyen insanların Türkiye’nin geleceğini daha iyi anlamak ve görmek için ta Malezya’ya kadar gitmelerini komik buluyor ve tuhaf karşılıyorum. Burnuna kadar yalana, çarpıtılmışlığa, ön yargıya batmış/bulaşmış bir medyayı takip etmeyi zaman kaybı olarak düşüyorum. Artık yeter!

M. Ali ÖZDOĞAN www.cemaat.com

GÖRDES

GÖRDES
kar ve

BEKAR EVLERİNİN ADRESİ YOKTUR

BEKÂR EVLERİNİN ADRESİ YOKTUR

Bekâr evlerinin adresi yoktur. Adresi olmayan bir yerin komşusunun olması da düşünülemez. Ramazan ayı sessiz sedasız biter, Aşure günü gelir geçer; bayram sessizlik ve hüzündür yalnızca.
“Bekâr evlerinde güneş bakır sinilerle getirilir(se)” de bekâr evleri(öğrenci evleri) zamansızlık ve mekânsızlık mefhumu üzerine kurulmuştur. Burası istediğiniz an istediğiniz zamanda terk edebileceğiniz istediğiniz an istediğiniz zamanda geri dönebileceğiniz bir yerdir. Gece ve gündüzün sınırı yoktur; zamanın başlangıcından ve bitişinden söz edilemez. Çok şey plansız ve programsızdır, her şey başladığı gibi bitmeyebilir. Eve gelen misafir başka bir eve misafir götürülebilir. İşte bekar evlerinin en unutulmaz tarafı da burada başlıyor ve asla son bulmuyan bir hikayeye dönüşüyor.
Ev bizde bir sınırı ifade eder. “İç” ve “dış”ın sınırını ev belirler. Bekâr evleri bende gece ve gündüz bağlamında bir sınırsızlığı bet/imlese de bu sınırsızlığı farklı düzlemlerde farklı hayat alanlarında bir ayrıcalığa dönüştürsem de evin “iç” ve “dış”ın belirleyici rolüne oldum olası saygı göstermişimdir. Televizyon dizilerinde evin sürekli bir “ana mekân” olarak kullanılmasına hele hele o evlere ayakkabıyla girilmesine hep karşı çıkmışımdır. Çünkü bu sahneler evin içine saygısızlıktır ve evin mistik yapısını modifikasyona uğratmaktadır.
Sokakların kirinin ayakkabı yoluyla oturma odasına, mutfağa, evin salonuna taşınması o evin dışında kalmam; o diziyi izlemeyenler arasında olmam için yeterli bir gerekçedir. Malkoçoğlu’nun zindanının bile bir sıcaklığı varken sitcom dizilerinin evleri (ve içindekileri) hep soğuk gelmiştir bana. Orada bekâr evlerindeki gibi yere gazete serip üzerinde çekirdek çitleyemezsiniz. Bırakınız gece geç saatlere kadar süren çay muhabbetlerini (ülkeyi kurtarma planlarını, futbol, siyaset tartışmalarını) sabah kahvaltısında bile çaya yer yoktur, konuşmalar ucuz bir tartışmadan ibarettir sitcom evlerinde.
Cahit Zarifoğlu “Toprak” başlıklı şiirindeki “Evlerle aramız açılıyor “ mısrası ve “Yaşamak” adlı kitabındaki “Evlerde insanlardan çok eşyalar oturuyor” cümlesiyle modern zamanlarda “ev”i bekleyen büyük tehlikeye işaret etmektedir: sahiplerinin eve ve evin sahiplerine yabancılaşması. Bu açıdan bekâr evleri sadedir, çok fazla eşyaya yer yoktur orada, ne kimse oraya yabancı ne kimse oranın yabancısıdır.
Attila İlhan şiirlerindeki oteller, Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları”ndaki han sıcak bir yuvaya bir eve olan özlemin ifadesidir. Öte yandan Tanpınar’ın evinde “Her şey yerli yerinde”dir. Her şey öylece kalakalmıştır. “Sarmaşıklar ve böcek sesleri sarmıştır” evi. Çamlıbel’deki gibi Tanpınar eve muhtaç değil Tanpınar’ın evi insana muhtaçtır. Evi ev yapan evin içindeki insandır çünkü. Sezai Karakoç daha da özele indirger evin ev olabilmesini. Anne evin her şeyidir. “…Göz toprağı arıyordu toprak yoktu/ Bir rum kınaması balıkların dudaklarında/ Ve anne düştü ilkin/ Anne indi demire/ Bir ağıt var çamaşır ipinde bile/ Artık kurşundan gölgeler baba ve kardeşler/ Durup suçluyorlar birbirlerini/ İlerlerken lanetliyor her biri kendisini/ Öldü anne ve mutfaklar kilitlendi/ Kilerler boşaltıldı farelerce/ Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere/ Anne gitti ve sular buruştu testilerde/ Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir/ Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir/ Bir vakitler anne açarken kapıyı/ Şimdi kimse yok kapayacak kapıyı/…” ( Karakoç, Gün Doğmadan, s. 319) Anne yok iken her ev bekâr evidir biraz da. Anne bekâr evlerinde en çok özlem duyulan, kıymeti bekâr evlerinde daha da bir farkına varılan kimsedir. Üniversiteye başladığımın ilk yılında ev arkadaşım Emre Özcan’ın annesinin eline yazıp verdiği tarife göre yaptığı makarnanın makarnayla uzak yakın hiç alakası olmamasını unutamam.
Turgut Uyar da evi tanımlarken insandan başlıyor, o da mutfağın içinde duruyor. “Sokağım­ız arnavut kaldırımı,/ Evimiz ahşap iki oda./ Daha iyisi de olabilirdi ya,/Şükür buna da// ­-Ama Hamdi Beylerin,/ -Hamdi Beylere bakma sen,/ Tencere maltızda, fasulye tencerede/ Çocuklar kapının önünde oynuyor mu?/ Ona bak sen…”
İsmet Özel “İls Sont Eux” şiirine kadar pek evin içine girmez. Onun mekânı genelde sokaklardır. İls Sont Eux’de “Kimse görmüyor buruşuk pardesüsüyle bir babanın/ kırılgan bir yelpaze olduğunu akşam eve girince/ karısı/ katlanmış kilimlerle uyum içinde/ kolunu büküyor, dayıyor elini yanağına/…” Oysa birkaç mısra ötede “Ağır ceza reisi/ Santa luçia söylüyor(dur) tıraş olurken…” Baba evin yolunu bulabiliyorsa sorun yoktur.
Hangi şehirde olursa olsun bekâr evleri yazılmayı bekleyen bir hikâyedir. Giriş gelişme sonuç bölümlerinin olduğu; ama zamanın ve mekânın olmadığı bir hikâye…
Bekâr evleri yokluk üzerine kurulmuşsa da orada olanlar olmayanları (anne hariç) unutturacak kadar belirgindir. Yerdeki çalışma kâğıtları, masanın üzerindeki kitapların dağınıklığı; duvardaki takvim, araba posterleri bir yana Cemal Süreya’nın “Bekârlara ev vermiyorlar doğru/ Evlilere de kız vermiyorlar ne acı” mısraları her hikâyenin sonunda bir teselli halinde karşımıza çıkıveriyor.



4 Mart 2006 Ali ÖZDOĞAN

M. Ali ÖZDOĞAN

M. Ali ÖZDOĞAN
murtiçi 2007 Agustos

Yağmur Yağınca Güzelleşen Şehirler

Anı ölümsüzleştirmek için uğraşıp duran insanlar vardır çevrenizde. Bu insanlar anı ölümsüzleştirmek için yola çıkmışlardır; ama ne yazık ki bir türlü anı yakalayamazlar, anda olamazlar, anı yaşayamazlar.
Yağmur yağınca güzelleşen şehirler vardır. İnsanların kimisi yağmura yakalanmışlığın verdiği şaşkınlıkla koşuştururken sokaklarda, kimisi aylardır bu anı bekliyormuşçasına aldırışsız yürümeyi tercih eder. Bir de elinde çay bardağıyla bu manzarayı pencereden seyre koyulanlar vardır. Haftalardır ilhamı bulamamış genç şairler misali heyecanlı, sevgiliyi arayan aşıklar gibi düşünceli…
Gök gürlemeden başlamıştır yağmur. En entelektüelinden, en mürekkeb yalamamışına kadar herkes düşüncelere dalar gider. Top peşindeki çocuk çamurlu elbiselerle eve nasıl gireceğini düşünürken; büfeci, gazeteleri içeri almakla meşguldür. Bir şehirden yağmur altında ayrılmak, en az o şehre yağmur altında girmek kadar güzeldir: İkisi de berekete işarettir: Duygular alıp başını gitmiştir.
Yağmurun hiç kimseye/ hiçbir şeye adaletsizlik etmeden çiselemesi, sevdiğinden ayrı düşmüş bir meczubun gözyaşlarını andırır. Firakın içi kanatıp durduğu günlerde “işte rahmet, işte bereket” diyerek; sırılsıklam ıslanmak için sokağa çıkmak, yürümek ve kim bilir belki de sevgiliyi aramak. Sevgiliyi: Cenab-ı aşkı, son peygamberi… Uzağında yaşamak mecburiyetinde olduğunuz bir şehri, başka bir şehrin sokaklarında aramak ne büyük çaresizliktir…
Uzakta olmak, uzağında olmak, uzağına düşüp durmak… Zaten uzaktayken bir daha uzağa düşmek… Uzun süre anlamlandırmaya çalıştığınız bir hayatın tekrar anlamsızlığa dönüşmesi gibi bir şeydir bu. Tam da bütün soru(n)lar, bütün bekleyişler, bütün var(a)mayışlar bitti derken başka bir boşluğa düşmek… Sanırsınız ki; artık bütün cümlelerin adamakıllı bir yüklemi olacak. Hayal kırıklığı! Öznesini de kaybetmiş cümlelerin orta yerindesinizdir: Kelimeler, kelimeler…
Vazgeçemeyeceğiniz şehirler vardır. Ben bu şehrin nesine aşık oldum diyecek fırsat bile bulamadan kaptırırsınız kendinizi. “Ne bu şehrin sokaklarında büyüdüm, ne de ömrümün ilk on beş senesinden önce gördüm bu şehri. Ama gördüm ve bağlandım.” gibi cümleler… Artık fırsat buldukça kaçamak yapılan ve yeni yeni anlamlar yüklenen bir şehir olmuştur bu şehir.
Vakitsiz ziyaretler, şemsiyesiz yağmura yakalanmak gibi sonuçlar doğurur. Yağmurun altında herkes koşuştururken; saçlarının ıslanmasına aldırmadan yürüyenler, hatta adımlarını yavaşlatanlar vardır. Yarının hesabını bir türlü yapamayan, anı yaşama uğraşısında olan insanlar... Yanına ne bir fotoğraf makinesi, ne bir kamera, ne de bir not defteri alacak mecali kalmıştır: Yorulmuştur, usanmıştır. Güç bela otogara atabilir kendini. Hava raporlarını dinlememenin bedeli, yazlık bir ceketle sabahın ayazında yağmur altında yürümektir…

Fatih Burak Cebri'den

MURTİÇİ

MURTİÇİ
köyüm...

BİZİM MAHALLENİN ÇOCUKLARI

BİZİM MAHALLENİN ÇOCUKLARI Mahalle deyince ilk akla gelen çocuklardır, oyundur, futboldur. Çocukluğumun vazgeçilmeziydi oyun ve futbol. Mahallenin diğer çocukları için de aynı şey geçerliydi. Gönnet’in girişinden başka bir yerde futbol oynama şansımız yoktu. Yerimiz dar olmasına rağmen hiç şikâyet etmezdik. Zaman zaman yoldan geçenler için oyunumuzu durdururduk hiç şikayet etmezdik. Futbol topumuz ağaçların arasına kaçardı tüm takım topu aramaya koyulurdu yine de bırakmazdık maçı. Beşte devre onda bitiyor ya da onda devre yirmide bitiyor; maçı asla bırakmak yok maç kaçta biterse bitsin. Her mahallenin bir rakibi olur ya bizim mahallenin rakibi de Yukarı Mahalleydi. Ancak yıllar sonra fark ettik ki aynı mahallenin çocuklarıymışız. Bir de öteki mahallenin insanları vardı. Bizleri pek sevmezlerdi. Çok şey onların doğuştan hakkıydı. Ve bizim futbol oynamamızı hiç çekemezlerdi. Ne zaman bir maç teklifi yapsalar ısrarla kendi kurallarının geçerli olmasını şart koşarlar maça 1-0 önde başlamak isterlerdi. Biz de mahallemizin sahası dar olduğu için öteki mahallenin geniş mi geniş sahasında maç yapabilmek uğruna öteki mahallenin çocuklarının tuhaf isteklerini kabul etmek zorunda kalırdık zaman zaman. Öteki mahallenin kızlarına âşık olmak bizim mahallenin çocuklarına yasaktı. Artık bizim mahallenin çocukları büyüdü. Önce çocukluğumuzdan uzaklaştık sonra mahallemizden. Gün geldi kendi mahallemize sığmaz olduk. Nüfusumuz çoğaldıkça çoğaldı. Sayımız arttıkça öteki mahallenin insanlarına olan saygımız arttı. Buna rağmen öteki mahallenin insanları onları sevmemizden bile korktu. Yorum (0) Yorum yaz! Kalıcı Bağlantı

KÖTÜLÜĞÜN KÜRESELLEŞMESİ

İnsanlığın tarihi üç ana dönemle sınıflandırılır. Bilginin üretimi ve paylaşımı bu sınıflandırmanın temelini oluşturur. İlk dönemde bilginin üretimi ve paylaşımı oldukça yavaştır. İkinci dönemde bilginin üretimi hızlansa da paylaşımı hala yavaştır. İkinci dönemde bir buluştan o buluşun kaynağına yakın toplumlar haberdar olurken uzak coğrafyadaki toplumlar aynı buluştan yıllar sonra haberdar olmuştur. Bu iki dönemin sınıflandırılması, başlangıcı ve bitişi toplumdan topluma değişiklik göstermiştir. Bu iki dönemin antik çağ, orta çağ, yakın çağ gibi zaman dilimlerine ayrılması ancak bu ayrımı yapanları ilgilendirir. Avrupa için Ortaçağ (neyin ortasıysa) karanlığı, karamsarlığı ifade ederken Müslüman toplumlar için bilimi ve sürekli ilerlemeyi ifade etmiştir. Buraya kadar anlattıklarımız bundan sonra anlatacaklarımızı daha anlamlı kılacaktır. Zira bu yazıda bizi ilgilendiren dönem içinde bulunduğumuz dönemdir. Bu dönemin belirleyici unsurları ilk iki dönemden farklı olarak bilginin üretimi ve paylaşımının hızının artmasının yanında ahlak kurallarının hızlı değişimidir. Son dönem ürettiği bilginin paylaşılmasını hızlandıracak teknolojik altyapıyı da oluşturmuştur. Son dönemde insanlık büyük belirsizlikler dönemine girmiştir. Her alanda bir çöküş yaşanmaktadır. Benim bu yazıyı yazdığım sizin bu yazıyı okuduğunuz anın çok değil 25-30 yıl öncesine gidiverin karşınıza insanlığı ürküten bir tablo çıkıverecektir. Ki biraz daha dikkatli bakarsanız bu tabloda kendinizi de buluvereceksiniz. Yaşadığı andan insanlık adına memnun olan var mı? Evet, insanlık son dönemde topyekûn bir çöküş dönemine girmiştir. Hem dünya ölçeğinde hem Türkiye ölçeğinde kötülük bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmaktadır. Ve işin acı tarafı da küreselleşmenin kötülüğünden bahsedenler kötülüğün küreselleşmesini gözden kaçırmaktadırlar. Bugün değerler sistemimizi temelden etkileyen anlam haritalarımızın sınırlarını değiştiren olaylarla karşı karşıyayız. Artık gasp ve cinayet haberlerinin gündemimizin başköşesine yerleşmemesi, kaçırılan çocukların akıl almaz bir şekilde tecavüz edilip öldürülmeleri bizi ilgilendirmiyorsa, TV ekranlarında savaş görüntülerini havai fişek gösterisi gibi izliyorsak kötülük içselleşmiş, sıradanlaşmış demektir. “alevler içinde ev üst katında ziyafet” durumu. Böyle devam ederse bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın anlayışıyla artık ateş düştüğü yeri bile yakmayacaktır. Hayatımızda her şeyin berrak ve net olması gerekiyor. Arabeskleşmiş bir ahlak anlayışını, hayat tarzını terk etmek zorundayız. Belli alanlara sıkışmış vatanseverliğimizi, düşünce yapısını terk etmek durumundayız. Sahip olduğumuz ekonomik ve siyasal gücü bizim gibi olmayanlara karşı bir silah gibi kullanmakla hiçbir ilerleme sağlayamayız. Sorunları görmezden gelerek, erteleyerek de hiçbir yere varamayız. Hepimizin sorumluluklarımızın bilincinde olması gerekiyor. İşte o zaman son dönemde bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan kötülüğe karşı bir alternatif oluşturabileceğiz.

KONAK CAMİ

KONAK CAMİ
Konak’ta Her Vakit Bir Gülümseme

KONAK'TA HER VAKİT BİR GÜLÜMSEME

Metro: şehrin kirli kan dolaşım damarları. Metrodan çıkar çıkmaz şehrin yan kesici vitrin ışıkları omuzlar tabutunuzu. Ölümle hayat arasındaki sözde sınır sarı çizgi burada yoktur; ama siz burada olmak zorundasınızdır bir kere. Nereden bahsettiğimin farkına varmışsınızdır herhalde: Ayağında otuz beş numara ayakkabısıyla İzmir’den. Kente yeni gelenin ilk önce uğradığı şu Konak Meydanı’ndan. İnsanların değişimine paralel olarak durmadan değişir Konak Meydanı. Bunu yaparken kural tanımazlığın bütün imkanlarını kullanır. Bütün bu değişmelere rağmen değişmemezliğiyle duran bir yer vardır orada: Konak Camii... Konak Camii, Selçuklu elbisesi giymiş bir Osmanlı çocuğudur. 1748 yılında yapılan bu camiye, İzmir için küçük derler; zamanın paşasına. Paşa, bu caminin İzmir için büyük bile olacağını söyler. Cami, küçük olmasına küçüktür; ama bütün İzmir’i içine alacak kadar büyük bir duruşa sahiptir. Bizse, camiyi çevreleyen demir parmaklıklara oturur önümüzden geçenlerin yüz ifadelerini çözümleriz. Kendisiyle karşılaştırma yapabileceğimiz zıtlıklar dekorunun ortasındadır Konak Camii. Aynada provasını yaptığı gülüşleri dağıtırken tezgahtar kız, size cimri davranabilir. Oysa Konak Camii, bütün gülümsemesiyle karada ve denizde yolunu kaybetmişler için bir fenerdir. Kimseye ayrımcılık yapmaz. İzmir, evden kaçmış bir kızın geri dönüşte yaşadığı tedirginliği yaşarken; o, hala Konak Meydanı’nın “göğe doğru uzanan şahadet parmağıdır”

Murtiçi

Murtiçi

PARA BAŞKA NEDİR Kİ?

Bir sorunun bu kadar çok bu kadar tek cevabı olabilir mi? Bu kadar çok sorunun tek bir cevabı olabilir mi? Bir soru, sorudan çok cevapsa başka sorulara, sorulması gerekmez mi? Para hayat demektir, para ölüm demektir. Para hastalıktır, para şifadır. Para yeni adresler demektir. Para uzaklıktır, para yakınlıktır. Para ayrılık demektir, para kavuşmak demektir. Para kindir, nefrettir. Para konuşmaktır yerine göre susmaktır. Para gülmektir, ağlamaktır. Para insanlar arasındaki kalın duvarlardır, insanlar arasındaki uçurumdur. Para yapmacıklık samimiyetsizlik demektir. Para varlıktır, yokluktur. Para İstanbul demektir. Para gecedir, para gündüzdür. Para savaştır. Para Amerika demektir. Para petroldür. Para özgürlüktür. Para işgal demektir. Para başa beladır. Para yolunu bulmak demektir hayır yolunu kaybetmek demektir. Para pusuladır. Para hedeftir. Para gemidir. Para büyümek demektir. Para küçülmek demektir. Para candır, canandır. Para akşamdır, yorgun bir babanın gece geç vakit eve dönmesidir. Para bazen kazadır. Para sahtedir, para gerçektir. Para ikiyüzlüdür hayır yüzsüzdür. Para uzak şehirler demektir. Para sınırdır, sınır dışıdır. Para tatildir. Para katildir, gasptır, cinayettir. Para suçtur, para cezadır. Para huzurdur. Para huzursuzluktur. Para evlenmektir. Para boşanmadır. Para küçük ayrıntılardır, büyük gerçeklerdir. Para değişimdir, değişikliktir. Para şişmanlıktır. Para zayıflamak demektir. Para şuurdur, bilinçaltıdır. Para kaybetmek demektir. Para bulmak demektir. Para zaferdir, yenilgidir. Para rüzgardır, rüzgarın önündeki yapraktır. Para çirkinliktir, güzelliktir. Para istikrardır. Para parçalanmaktır. Para gelecektir. Para umuttur. Para beklemektir. Para yorulmaktır. Para sorudur, cevaptır. Para acıdır, acıların ilacıdır. Para gözyaşı demektir. Para mendildir. Para terk etmektir, bir daha geri dönmemektir. Para değerdir, beş para etmezdir. Para başlangıçtır, bitiştir. Para dramdır, trajedidir. Para çaredir, çaresizliktir. Para uykudur. Para rüyadır. Para kâbustur. Bütün bunlardan başka para, para nedir ki? Para her şeydir. Para hiçbir şeydir, hiçbir şey…

orda bir köy var uzakta:Murtiçi

orda bir köy var uzakta:Murtiçi
tükenen bir yeşilliğin ortasında...

SİYAH BEYAZ

SİYAH BEYAZ

POSTMODERNİZM

İnsanlık büyük bir belirsizlikler dönemi içerisindedir. Bu dönemin dili ve söylemi bütünüyle sorunlu tanımlardan oluşmakta; bütün tanımlar bir şekilde istismar edilmekte; sınırları ve içerikleri belli olmayan tanımlarla insanlığa vaziyet edilmeye çalışılmaktadır. (Atasoy Müftüoğlu, “Bilgeliğe Dayalı Bir Dil Gerekiyor”, OKUNTU Dergisi, S.4 (ocak-şubat 2002) Postmodernizm, kültürel ahlaki dinamiklerimizin evrensel trendlere açılımını sağlamak için “kendinden kopuşu” zaruretler dairesinin merkezine yerleştirdi. Bu görevin bir parçası olarak o; edebiyatımızın, sanatımızın vesair bütün toplumsal anlam haritalarımızın kendi içinde mevcut olan bir tanımlanabilirliğini yok etti. Batı kültürünün estetik düşünsel hiyerarşinin sınırlarını zorlayan batılı olmayan kültürleri batılı liberal sekülerleşmenin ve nihilistik tüketimin ateşine atmanın yollarını arayan totaliter tutumu kendini, doğu kültürünün (özelde Türrkiye’nin) otantikliğini restore etmeye kalktı. Bir bakıma öteki ile ilgili batılı arzular “eski imgelerin yeni bir oyunu” şeklinde yeniden sahnelendi. Geleneği dışlayan yerelliği horlayan kendini merkeze alan bir bakış açısı “yönleri tekelinde” bulundurmaya devam etti. Postmodernizm birçok şeyle yan yana anılıyor/anılabiliyor. Bu durumda “kaybeden kim oluyor?” sorusunun karşımıza çıkardığı paradoks; bu birlikteliği en iyi ifade eden kavram olmasının yanında “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın”ın kuşbakışı görünümü. Varoluşunu moderniteye direnmekte bulan dünün insanı, bugün varoluşunu postmodernitenin gereklerini yerine getirmekte bulmuştur. Bu yüzden kültürün ve toplumun tahrifi boyutunda -21. yüzyıl Türkiye insanı- kültür aktarıcılığını medya gibi görsel unsurların hâkim olduğu araçlara kaptırmıştır. Kültür aktarımı zamansal olmaktan çok mekânsal bir aktarım haline gelmiştir. Artık tarihe ya da yarına yapılan atıflar tarihin tüketimi bağlamında tarihin tahrifine dönüş(türül)müştür. Avrupa’da ortaya çıkan karikatür olaylarının ifade özgürlüğü şeklinde algılanmak istenmesi göstermektedir ki bugün toplumların ve devletlerin siyasi yapılarını, hayatlarını etkileyen/ değiştiren/ yeniden oluşturan birçok kavram tanım(lanma) sorunu yaşamaktadır. Çünkü her şey Baudrillard’ın deyişiyle “enformasyon ve iletişimin acımasız ışığına maruz kalmıştır”. Terörizm, savaş, barış vb. kavramlar enformasyonun acımasız ışığından payına düşeni almış, bir tanım sorunuyla karşı karşıya kalmış ve bu durum gücü elinde bulunduranın “diğerlerine” üstü kapalı meydan okuması şeklinde zuhur etmiştir. Türk Toplumu da bu belirsizlikten payına düşeni aldı. Moderniteyle yeterince yüzleşememiş Türkiye toplumunda modernleştirme adına post modern biçimsel denemelere girişilmiş bu bir nevi modernizmin “kendi bindiği dalı kesmesi” sonucunu doğurmuştur. Postmodernizmle ötesi olmayan üç günlük dünya felsefesine sahip insanlar yetişti. Bu insanlar sorumluluklar ancak ahlaklı bir evrende anlamlı olurlar gerçeğinin farkında değillerdi. Postmodernizm ahlakiliğin mutlak temellerini yıktıktan sonra geride sorumlulukların yerine getirilmesi için hiçbir neden bırakmamıştır. Postmodern dünya hiçbir sorumluluğun olmadığı dünyadır. Bu dünya Richard Roty ifadesiyle “kutsaldan arındırılmış” bir dünyadır. Postmodern projenin gerçekleşmesi için böyle bir dünyaya /toplumun ve ahlakın tahrif edildiği bir dünyaya ihtiyaç vardır. Sorumlulukların olmadığı bir dünyada çözmemiz için önümüze getirilen bütün denklemler kaç bilinmeyenli olursa olsunlar sonuç belli aslında: trajik sonlarla bina edilmiş bir gelecek, bizim yazmadığımız ama bizim yaşamak zorunda olduğumuz bir gelecek. Bu gelecekte de –bugünkü- asimilasyon süreci bitmiş alinasyon (yabancılaşma) süreci başlamış olacaktır. Ki her şey bitmiş değildir: kendi tarihimizin yapıcı dinamikleri kültürümüzü ve coğrafyamızı yeniden okuyarak/ anlamlandırarak (bizim tarihi sürgünden; zengin Arap şeyhlerinin de tatilden dönmesiyle) bir başlangıç noktası oluşturabiliriz. Nuri Pakdil’in “direniş varoluşumuzun deneyidir: çağ deniyor bizi yabancılaşmaya karşı” sesine kulak vermeyi de ihmal etmeden

ADAM

Adamın yolculuğu küçük adımlarla başladı; ağzında sigara, başında eskimiş bir kasket, sırtında bir palto. Adamın bir hikâye kahramanı olması için hiçbir eksiği yoktu. Adamın adımları hızlandı, kimse bunu fark etmedi, kimse kalabalıkta hızlı adımlarla yürüyen birisini önemsemedi, herkes kendi yoluna devam etti. Adam bir edebiyat dergisi editörünün kendisini takip edeceğini hiç hesaba katmamıştı. Adam metroya, şehrin kirli kan dolaşım damarlarına, yöneldi. Adam metroda gözlerini asacak bir boşluk aradı, adamın kimsenin yüzüne bakacak hali yoktu, kimsenin kimseye bakacak yüzü yoktu. Adamın bakışları bir süre “KADINLARA VE YAŞLILARA YER VERİNİZ” yazısında asılı kaldı. Adamın yolculuğu boyunca kimse dokunmadı yalnızlığına; herkes kendi yalnızlığıyla yolculuk etti, herkes tüneldeki ışıkları saydı son durağa kadar. Metrodan çıkınca şehrin yan kesici vitrin ışıkları omuzladı adamın tabutunu. Adam etrafına bakındı, nereye gideceğine daha karar vermemişti, okyanusun ortasında kaybolmuş pusulasız bir gemi gibiydi. Adam az ilerde duran bir kadın ve bir çocuğu fark etti. Onlara doğru yürüdü. Adam kadının elinden tutmuş olan çocuğun eline tutundu. Adamın küçük adımlarla tekrar başladı hikâyesi; başında eskimiş bir kasket sırtında bir palto. Adam “Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir/ kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa/ yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa/ o şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir…” mısralarından habersiz bir mağaza vitrininin önüne kadar gelmişti. Adam vitrindeki mankenlerin üzerindeki elbiselere bakmak istedi. Adamın bakışları camdan öteye geçemedi, adam vitrinlerdeki elbiselere bakacakken camdan yansıyan görüntüsüyle göz göze geldi, bir süre bakıştılar birbirine. Hayalle gerçek yer değiştirdi. Zaman durdu. Radyodan çalan müzik sustu. Sonunda adam vitrin camına yansıyan görüntüsünü orada bırakıp küçük adımlarla uzaklaştı kendi gerçeğinden. “Dilce susup/ bedence konuşulan bir çağda/ biliyorum kolay anlaşılmayacak/…” hayal ve gerçek, hayallerin gerçek olmazsa gerçekle yer değiştireceği.

SAVAŞ DAHA BİTMEDİ

SAVAŞ DAHA BİTMEDİSavaş hiçbir zaman bitmez; bitmemiştir de, bir yerlerde sürer gider. Savaş belki göz önünde değildir belki gazete manşetlerinden haber bültenlerinden uzaktır, kalabalıklar sokaklara geri dönmüştür ama savaş bitmemiştir. Hiçbir savaş bitmez. Savaşın tamamen bitmesi de mümkün değildir. Sizin için savaş bitse -hatta başlamasa bile- başkaları için henüz bitmemiştir. İhtiyar bir kadının evinde, bir çocuğun gözlerinde, ocakta sönmek üzere olan ateşin dumanında yani göz önünde olmasa da gözden kaçan bir yerlerde savaş hala sürmektedir. Bu topraklarda da savaş hiç bitmemiştir. Bir mezar taşına, bir çınar ağacına, yıkık bir eve, ihtiyarların bakışlarına, hikâyelere, şiirlere sinip kalmıştır savaş. “Yolun kenarında tenha bir mezar/ Üstünde ne adı ne soyadı var/ Yolcu arabayı durdur bu yerde/ Bir sor kimdir yatan tenha kabirde” 18 Mart’ta Çanakkale Zaferini kutladık ve her şey birkaç günde olup bitmiş gibi gündemimizden çıkıverdi. Oysa savaş daha yeni başladı. Çanakkale’yi denizden geçemeyeceklerini anlayan İttifak Devletleri 25 Nisan’da Gelibolu Yarımadası’na büyük bir çıkarma yapacaktır. Türk Askeri tam 10 ay boyunca yazın sıcağında kışın soğuğunda yokluk ve imkansızlıklar içinde çarpışacaktır; ama savaş bitmeyecektir. İspanyol süvariler…. İsviçreliler, Rumlardan işçi taburları, Polonezya Adalarından Maoriler, Ellis Gilbert Takım Adalarından Raratongalar, Cook Adaları askerleri… Eğitimini Mısır’ın başkenti Kahire’de Safkan Fransızlar, Zouaveler, Senegalliler, Yeni Zelendalılar, Avustralyalılar, İngilizler çekip gidecektir yine de savaş bitmeyecektir. Anadolu’da sık yaşanan bir olaydır: Balkan Savaşı için köyünden çıkan askerler yıllar sonra saçları ağarmış ve yüzlerine ihtiyarlık çökmüş olarak evlerine dönünce ilk anda kimse onları tanıyamaz, bir yabancı gibi karşılanırlar. Sonrası ise gözyaşı… Geri dönenlerin ağzından dökülen “annemi göremiyorum aranızda” cümlesini derin bir sessizlik tamamlamaktadır. Kadınlar eşlerini, çocuklar babalarını bir gün cepheden döner umuduyla hep beklediler. Onlar geri dönmeyeceklerdir; çünkü savaş bitmemiştir. İşte savaşın bitmediğini anlatan “Adeviye Teyze’nin” hikâyesi. Balıkesir’de Ali Şururi İlkokulu karşısındaki boşlukta beş altı yıl öncesine kadar eski bir ayakkabı tamircisi vardı. İkinci aralıktaki ikinci dükkânda kır, pala bıyıklı bir ihtiyar çalışırdı: Bizim Cevdet Dedemiz…(Akkalp) Bir akşamüstü dükkanın önünde çay içerken konu Çanakkale’ye gelince ağlamaya başladı. Bizlere şöyle anlattı: “Rahmetli babam Hafız Ali, Çanakkale’de kaldığında anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım… bir fotoğrafı bile yoktu. O günler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, Kuvay-ı Milliye zamanı, işgal yılları, kurtuluş… Yokluk, kıtlık, sıkıntı… Çocukluğumuz hep ekmek peşinde sıkıntıyla geçti. Ama anam (Adeviye) benim çocukluğumda her sokağa çıkışında her bir yere gidişinde yanıma gelir: —Oğlum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha… —Ben teyzenlere gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha… —Ben mevlide gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha… Annem babamı bekledi durdu. Büyüdüm dükkan açtım. Annem yine her bir yere gidişinde dükkana gelir, gideceği yeri söyler; “Baban gelirse beni hemen çağır ha!” diye eklerdi. Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı. Gene hep değneğine dayanarak yanıma gelir ve “Baban gelirse beni hemen çağır ha!” diye tembihlerdi. Günü geldi ağırlaştı. Ölüm döşeğinde bizimle helalleşti: “Bana iyi baktınız. Hakkınızı helal edin.” Bana döndü yavaşça: “Baban gelirse, ona Annem hep seni bekledi de.” dedi. Birden irkilerek doğruldu ve kapıya doğru gülümseyerek; “Hoş geldin, hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti.

İSTANBUL

İSTANBUL
Benim olmadığım yerlerde yaşamak yakışmaz hiç kimseye