Hangi Mevlana?
Mevlana’nın Hakk’a yürüyüşünün 734. yılı dolayısıyla Aralık ayı sonunda Şeb-i Arus törenlerinde devlet büyükleri, siyasiler, sanatçılar, çeşitli sivil toplum kuruluşu temsilcileri ve birçok seçkin davetli bir araya geldi. Törende konuşmalar yapıldı, şarkılar söylendi, şiirler okundu, Mevlana’nın fikir ve görüşlerinden örnekler verildi; slâyt gösterileri oldu, salonun ışıkları yandı söndü. Alkışlar, alkışlar…
Peki, Mevlana Şeb-i Arus törenlerinde hakkıyla anlaşılabiliyor mu? Farklı yerlerde farklı zamanlarda yapılan konuşmalarda Mevlana’nın sözleri yerli yerinde kullanılıyor mu? Mevlana’nın sözleri, fikirleri her düşüncenin, davranışın referans kaynağı olabilir mi? Sorular çok, sorular uzun… Cevap ise kısa ve net: Hayır!
Mevlana 1207 yılında Özbek Türkçesinin konuşulduğu Belh şehrinde dünyaya geldi. Babası dönemin tanınmış âlimlerinde Bahaddin Veled’dir. Mevlana’nın çocukluğu yüzyıllar boyu çeşitli istilalara uğramış, Mecusilik, putperestlik, Hristiyanlık, Budizm, Şamanizm gibi inanışların görüldüğü nihayetinde İslamla hayat bulmuş Belh şehrinde geçmiştir. Onun tasavvufi fikir ve görüşleri de burada filizlenmiş kaderin bir cilvesiyle Konya’da kök salmıştır.
Mevlana ruhundan çok uzak insanların konuşmalarında Mevlana’dan yaptıkları alıntılar ve özellikle yazımızın merkezini oluşturan “Gel ne olursan ol gel, yine gel. Putperest Mecusi, kâfirsen de gel. Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Tövbeni yüz defa bozmuş olsan da yine gel…” beyti bu kimselerin vitrin cümlelerinden ibaret kalmıştır. Mevlana ruhundan çok uzak insanlar Mevlana ile kendi bencillikleri ve samimiyetsizlikleri arasında ortak yaşam alanı oluşturmaya çalışmışlardır. . Ömer İkinci’nin de belirttiği gibi oysa yukarıdaki rubai bir turnusol kağıdı gibi lafa böyle başlayanları hemen ele verecek hikmetli bir formüldür adeta. Nasıl 700 yıllık Türk- İslam Yunus Emre bu ham ervahın elinde hümanist olup çıktıysa, Mevlana Celaleddin de kırk gün kaynatsanız derileri bile ısınamayacak bu insanların gözünde ateizme izin veren bir icazetçi olup çıkmıştır.
Mevlana Celaleddin’i de Yunus Emre’yi de anlamak, bilmek ve sevmek öyle kolay değildir. Batılı bu idrake şevke daha da yabancıdır; hele hele bizdeki hümanist geçinenler bu şereften külliyen mahrumdurlar. Bu uluları anlamak için Müslüman olmak, onların yetiştiği, ruhlaştığı yerlerin kokusu, insanları ve ağaç kökleriyle büyümek ve İslam’ı yaşamak lazımdır. Hem kiliseye haraç ver hem Müslümanları ve İslam’ı küçümse, hor gör; sonra da Yunus Emre’nin Mevlana’nın kapısında boyun kır; onlara söylemediklerini söylet, benimsemedikleri ideali benimsetmeye kalk. Bu düpedüz istismarcılık ve riyakârlıktır. İşine geldiğinde Anadolu edebiyatı yapan ama her daim Anadolu kültürünü ve insanını aşağılamış birisinin Mevlana’dan, insan sevgisinden bahsetmesi ne kadar inandırıcı olabilir ki? Mevlana’nın sözlerini yeri geldiğinde takılan yeri geldiğinde çıkarılan bir maske gibi kullanmak hangi vicdana sığar? Bu ikircikli tutuma “olmak” ve “görünmek” arasındaki uçurum mu diyelim yoksa bu durumu postmodern çağın kendi içindeki bir çelişkisi bir paradoksu deyip geçiştirelim mi?
Mevlana “gel, gel” derken insanlığı bir arayışa bir çıkış noktasına davet etmiştir. O, asla Müslüman mahallesinde salyangoz satmayı tasvip etmemiştir. Mevlana, bir ateist olarak bir “münafık ateist” olarak bir dinden uzak kimse olarak gel ve geldiğin gibi orada kal/kalabilirsin dememiştir. “Gel, gel ey vehim ve korkuyla cismi kirlenmiş olan insan, havuzun dışı insanı temizler mi?” diye sormuş havuzun dışındaki insanı “tövbe havuzunda” temizlenmeye davet etmiştir. O “Aradığın seninledir; şaşkın şaşkın ne diye her yana koşup yatarsın” diye insanlığa tek bir istikamet göstermiştir. O istikamet ruhi olguluğa erişip “ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol” mertebesinde bir hayat sürmektir.
Mevlana günümüzün hümanist kalıpları içine sığmaz. O ne şairdir ne filozoftur. O her şeyden önce Hz. Muhammed’e (sav) ve Kuran’a bağlı “Gerçek âşık Haktan bir şey beklemez/ Tutkudan, sevgiden başka dilemez” diyecek kadar da Allah’a âşık bir müslümandır.
2007 yılının UNESCO tarafından Mevlana yılı olarak ilan edilmesi beni heyecanlandırmıştı. Ama bu heyecan yerini hayal kırıklığına bıraktı. Yıl içinde Mevlanayı anlama ve anlatma çabasına yönelik yapılan etkinlikler, Mevlana’yı anlama ve anlatmaktan o kadar uzaktı ki keşke bu yıl Mevlana yılı ilan edilmeseydi dedirtti insana. Her şeyi sömürmeye her şeyi tüketmeye ve mahvetmeye odaklanmış bir zihniyetten elbette yerli yerinde bir Mevlana algısı bekleyemezdik; ama bu kadarı da olmamalıydı. Mevlana’nın ve Mevlana deyince ilk akla gelen sema ayinlerinin bazen bir güzellik yarışmasında bazen bir market açılışında bir pırlanta reklâmında bir figür bir dekor olarak kullanıldığına, çarpıtıldığına tanık olduk. Gerçekte kemale doğru gidiş gelişi temsil eden sema ayini bir gösteri, tanıtımların bir parçası olarak sunulduğu müddetçe değil Mevlana’yı anlatmak onun siluetini bile yansıt(a)mayacaktır.
M. Ali ÖZDOĞAN aralık 2007